Altınova Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Altınova Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Altınova Mutlu Son insanlara “kendilerinin ölümsüz yönünü” tekrar verebilmekti. “FelsAltınova Yakası” grubundakiler, yaşfakat zorunluluk veya emek açısından bakmıyor, yaşamı romantik bir düşe dönüştürüyorlardı. Friedmann, “Yaşam vardır ve tüm sevgimiz onundur, ” diye yazıyordu. Politzer ise, yaşamı, büyük yankılar uyandıran şu cümleyle tanımlıyordu: “Kremlin’deki goblen halılar üzerinde sigarasını ezen gemicinin zafere erişmiş, acımasız yaşamı sizi dehşete salıyor ve bu konuda aslabir şey duymak bile istemiyorsunuz. Oysa işte o, yaşamın ta kendisi!” Bu düşünürler, gerçeküstücülerden pek de ayrı düşmüyorlardı. Aslen gerçeküstücülerin çoğu da, Devrimden yana bir dönüş yapmışlardı. Devrim beni de etkilemişti; fakat ters yönden.
Altınova Mutlu Son altüst olmasını, baş aşağı edilmesini umutla bekliyordum; oysa, cemiyet çarkının işleyişini eskisinden fazla bildiğim de yoktu. Ve dünyada oluşmakta olan büyük olaylara kayıtsız kalmakta devam ediyordum. Tüm gazeteler, hatta Candide bile, Çin’de patlak veren devrime sütunlar dolusu yer ayırıyorlardı. Oysa benim kılım kıpırdamıyordu. Bununla birlikte, Nodier’le icra ettiğim mevzuşmalar ufkumu genişletiyor, görüş açımı büyütüyordu. Ona yığınla sual soruyordum.
O da bunları cevaplamaya dünden razıydı. Bu konuşmalarımızı öylesine yararlı buluyordum ki, benim okumaya, öğrenmeye olan hevesimi paylaşan, yüreğimle olduğu kadar kafamla da sevebileceğim, bunun gibi bir adama âşık olmak neden alnıma yazılmamış diye acıyla soruyordum kendi kendime. Mayıs sonlarına doğru, Sorbonne’un önünde bana veda etmiş olduğu süre çok üzüldüm. Avustralya’da iş bulmuştu; oraya gidiyordu. O küçücük, esmer kız da ardından gidecekti.
Altınova Mutlu Son
Altınova Mutlu Son son kez sıkarken, anlam dolu bir sesle “Yaşamdaki tüm iyi şeylerin senin olmasını dilerim, ” dedi. Mart başında, felsefe tarihi imtihanımı en iyi derecelerle verdim ve bu arada bir grup solcu öğrenciyle tanışma olanağını buldum. Benden bir bildiriyi imzalamamı istediler: Paul Boncour, kadınların askere alınması için bir yasa tasarısı hazırlamıştı. Europe dergisi de bunu protesto eden bir kampanya açıyordu. Zor bir durumda kalmıştım; kararsızdım. Kadın erkek eşitliği fikrini savunmuştum bugüne dek. Hem insanoğlunun vatanı tehlikedeyse, onu korumak için çaba sarfetmek için elinden geleni yapması gerekmez miydi? Yasa tasarısını okuduğum zaman, “Evet ama, bu son aşama yurtsever bir görüş!” dedim. Bildiriyi dolaştırıp imza toplayan iri kıyım delikanlı alaylı alaylı gülerek, “Kimin umurunda vatanseverlik?” diye sordu. Şimdiye dek böylesine bir soru sormamıştım kendi kendime.
Ne yanıt vereceğimi bilemedim. Bu yeni kanunun, yürürlüğe girmesi halinde, vicdan özgürlüğünü kısıtlayacağını anlattılar bana. Bunun üzerine kararımı verdim. Ne olursa olsun, düşünce özgürlüğü kutsaldı. Üstelik, ötekiler de imzalıyorlardı bildiriyi; ben de imzaladım. Sacco ile Vanzetti’nin bağışlanmaları için imza toplandığı zaman ise, bir an bile duraksamadan bastım imzamı. Sacco ve Vanzetti adlan, benim için bir anlam taşımıyordu; sadece, onların suçsuz olduğunu kanıtlamışlardı bana; ayrıca ölüm cezasına da karşıydım. Siyasal eylemim bundan öteye geçmedi ve bu konulardaki fikrim, belirli bir açıklığa, kesinliğe ulaşmadı. Bildiğim bir tek şey vardı: Aşın sağa karşıydım. Bir öğleden sonraydı; bir avuç delikanlı şamatayla Sorbonne kitaplığına daldılar. “Kahrolsun Yahudiler!” diye haykırıyorlardı. Ellerinde kalınca sopalar vardı.
Son yorumlar